Andersen'ın dediği gibi her insanın hayatı, Tanrı'nın yazdığı bir peri masalıdır. Kiminiz, "Hadi canım sen de! Senin ki öyle olabilir ama benim hayatım hiç de peri masalına benzemiyor" diyebilir. Peki siz hiç içinde korku, kaygı, hüzün ve acı gibi duyguları barındırmayan bir masal okudunuz mu?

Nasıl unutursunuz Pamuk Prenses'in, Hansel ve Gretel'in kötü kalpli üvey annelerinden çektiklerini. Ya Kırmızı Başlıklı Kız'a ve onun büyükannesine ne demeli? Zalim kurdun onlara yaşattıkları az buz şeyler miydi? Farkında değiliz ama aslında hepimiz kendi yazdığımız masallarımızın baş kahramanlarıyız.

İlkokul

Benim masalım da bundan bilmem kaç sene önce 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde çok güzel bir peri masalı olarak başladı. İronik olan ise 5 yaşından itibaren hayatımın büyük bir kısmının barıştan çok savaşlarla geçmiş olması. İlk muharebem kardeşimin doğuşuyla yaşandı. Yaşımdan ve boyumdan büyük egom kardeşimin tahtımı sarsmasını kabullenememişti. İkinci muharebem de ilkokul üçüncü sınıfta okul değiştirmemle başladı. Bu sefer ki rakibim kardeşime göre daha dişliydi. Ne ben onun hayatımdaki varlığından memnumdum ne de o benim varlığımdan. Tek farkımız; ben memnuniyetsizliğimi içimde yaşardım, o ise gayet dışa vurumcuydu.

Bu kişi, benim yeni öğretmenimdi.

Bir tek beni değil, sınıftaki hiç bir nakil öğrencisini sevmezdi. "Bu kadar laf ediyorum size, hala gitmediniz başka bir okula.

Ben sizin gibi kaç öğrenciyi gönderdim haberiniz var mı?" cümlesi benim ve kader arkadaşlarımın duymaya alışık olduğu bir cümleydi. Ve söylediği doğruydu. İlk senemde sınıfta altmış küsur kişiydik. Mezun olurken ise bu sayı kırk küsura düşmüştü.

Yeni öğretmenim okulun tartışmasız en iddialı, en hırslı ve en başarılı öğretmeniydi. Ve ben o küçücük yaşta öğretmenimin bana olan öfkesinin aslında korkusundan olduğunu bilirdim. Beni birinci sınıftan beri o yetiştirmemişti ve alt yapım onun istediği gibi "sağlam" olmadığı için onun başarısına gölge düşürebilirdim. Haklıydı da. Ben bir tek onun değil, her hırslı öğretmenin kabusu olabilecek, korkulası bir öğrenciydim!

Neden mi?

Küçük bir sorun

Çünkü benim hiç kimsenin farkında olmadığı küçük bir sorunum vardı...

Ne kadar istersem isteyim dersi dinleyemezdim ben. Kısa bir süre dinler sonra aklım başka yerlere giderdi. Sadece sevmediğim ya da zorlandığım derslerde değil, bazen sevdiğim derslerde bile yaşardım bu sorunu. Mesela diyelim ki öğretmen Mısır’daki piramitler dedi ve benim ilgimi çekmeyi başardı. Tam heyecanla öğretmen acaba Mısır’la ve piramitlerle ilgili ne anlatacak diye merakla beklerken birden aklıma patlamış mısır gelirdi. O patlamış mısır beni babamla gittiğimiz son sinema filmine götürürdü. Oradan aklıma antrakta kardeşimin filmde gördüğü dövüş figürlerini babamın üstünde uygulaması gelirdi. Ve ben daha dersi dinleyemeden teneffüs zili çalardı. Dersi dinleyemediğim için de haliyle evde ödevlerimi yapmakta zorlanırdım. Her yapmakta zorlandığım ödev bana kendimi daha yetersiz hissettirdiği için mümkün olduğunca dersin başına oturma süresini uzatırdım. Bu yüzden ders çalışmaya başlamadan önce keyfim yerine gelsin diye mutlaka dans ederdim. Ayrıca fark etmiştim ki dans ettikten sonra ödevlerime biraz daha iyi odaklanabiliyordum. Ama zaman kavramım olmadığı için bazen dans etmem o kadar uzun sürüyordu ki ders çalışmaya vaktim kalmıyordu. Masanın başına oturmayı başardığım zamanlarda da tekrar kalkmak için her türlü fırsatı yaratmayı başarıyordum. Mesela, dersten kaçmak için en sık gittiğim yer tuvaletti ve bu yüzden adım tuvalet kuşuna çıkmıştı. Çünkü bir tek orda beni "hadi ders çalış" diye rahatsız edemiyorlardı.

Aslında eve haftada bir, bazen de iki kez özel öğretmen geliyordu. Ama özel öğretmenle de ilgili şöyle bir problem yaşıyordum. Dersi kavramakla ilgili hiç bir sıkıntım yoktu ama beynim adeta bozuk bir kayıt cihazı gibiydi. Öğretmen gittikten sonra tüm o bilgiler onunla birlikte zihnimden hızla uçup gidiyordu.

Durum böyle olunca ben de derslerimde öğretmenimin benden beklediği performansı gösteremiyordum. Anlamının göreceli olduğunu henüz bilmediğim “başarı” kelimesinin kesinlikle karşılığı değildim öğretmenim için. Bu yüzden üç sene boyunca hemen hemen her gün fiziksel ve sözel şiddet gördüm kendisinden. Beşinci sınıfın sonunda artık yavaş yavaş tüm renklerim solmaya başlamıştı. O cıvıl cıvıl, kendine güvenen, neşeli çocuk gitmiş; yerine ürkek, öğretmeni soru sorduğunda gözleri dolan, kelimeler boğazında düğümlendiği için bildiği soruya bile cevap veremeyen, kendine güvensiz bir çocuk gelmişti. Ve benim öğretmenim okulun en başarılı öğretmeniydi...

Ortaokul & Lise

Yeni başlangıç, yeni umutlar...

Her yeni başlangıç yeni umutlarla başlar. Ben de orta okula anne babamın umut dolu dualarıyla başladım. Başladım başlamasına fakat ihtiyacım olan duanın ötesinde bir destekti. Çünkü o "küçük" sorunum seneler geçtikçe büyümeye başlamıştı. Ben resmen koca kış okula turist olarak gidiyor, sonra da dokuz ay yapamadığımı üç ayda bütünleme sınavlarında yapmaya çalışıyordum.

Ama tüm bu başarısızlıklarıma rağmen annem ve babam "Allah'tan ümit kesilmez" diyerek beni liseye de aynı umut dolu dualarla başlattılar. Bu sefer kesin Arap atı gibi açılacaktım. (Arap atında da nasıl bir bacak varsa, ben yedi senedir bir türlü açılamamıştım!)

Lise

Lise 1'de birinci dönem dört, ikinci dönem de üç kırık getirince bu açılımın lisede de olamayacağını ailecek anladık. Ama Allah'tan o dönem kredili sistem vardı ve ben sayısal derslerden özgürleşmiştim. Özgürleşmiştim özgürleşmesine de bunun karneme yansıması beklediğimiz gibi olmamıştı. Çünkü ben Tarih gibi sözel derslerde de çuvallamaya başlamıştım. Annemin dediği gibi insanı peygamber olsa çatlatacak cinsten bir evlattım. Ve bizimkiler de peygamber olmadıkları için çoktaaan çatlamaya başlamışlardı.

Şu an bu satırları yazarken bile kendimi, her başarısızlığına mazeret bulmayı yaşam felsefesi edinen kişiler gibi hissetsem de aslında Tarih ve diğer sözel derslerdeki sıkıntım şuydu; dersleri dinleyemediğim için evde bu sözel dersleri çalışırken hangi konunun önemli hangi konunun önemsiz olduğunu kestiremiyordum. Ve ben hangi konuya çalışmadıysam kesin o konu sınavda çıkıyordu. Bir gün artık canıma tak etti ve Tarih sınavı öncesi sorumlu olduğum tüm konuları sular seller gibi ezberledim. Ve bu sefer 100 alacağıma emindim. Ama ne oldu? Sular seller gibi ezberlediğim konuların "başlıklarını" ezberlemek gibi küçük bir detayı atlamış olduğum için yine kırık not aldım. Savaşların tüm detaylarını biliyordum ama hangi detayın hangi savaşa ait olduğunu bilmiyordum. Bazılarınızın şu an bu satırları okurken şapşal ya da aptal dediğini duyar gibiyim. Zaten benim öğrencilik hayatımın çoğu kendimi aptal hissederek ve hissettirilerek geçti.

Cevaplandıramadığım sorular

Lise bitene kadar en sık yaşadığım duygular; hayal kırıklığı, öfke, kendini utanç kaynağı olarak görme, kendini küçümseme, başarısızlık ve suçluluk hissiydi. Dışarıdan bakıldığında yaşıtlarımdan farklı değildim ama nedenini bilmediğim şekilde aslında onlardan farklıydım. Ve kendimle ilgili cevaplandıramadığım bir sürü soru vardı:

• Neden sürekli hareket etme ihtiyacı hissediyorum?

• Neden uzun süre bir yerde oturmakta zorlanıyor ve bir süre sonra çığlık atmak istiyorum?

• Diğerleri de benim gibi sürekli hayal kuruyor mu?

• Allah'ım ben neden bu kadar beceriksizim?

• Neden dersi dinleyemiyorum?

• İstediğim halde neden ders çalışamıyorum?

• Neden sürekli hata yapıyorum?

• Bir baltaya sap olabilecek miyim?

• Ben aptal mıyım?

Ailemle İlişkim

O yıllarda ailemin benimle ilgili gurur duyabileceği çok az şey vardı. Çok kitap okur ve hikâyeler yazardım. Bu onların hoşuna giderdi. Bir de pabuç kadar dilimi saymazsak etrafa karşı çok saygılıydım. Her veli toplantısında annemle babamın benimle ilgili öğretmenlerimden duydukları tek olumlu cümle "çok terbiyeli" olmamdı. Ama bunlar evdeki huzursuzluğu azaltmıyordu maalesef. Hatta pabuç kadar dilimi bir sarkaç olarak düşünecek olursak haddini bilmek ve bilmemek arasında hızlı bir şekilde gidip geliyordu. Çünkü kötü not aldıkça suçluluk duygum artıyor, suçluluk duygum arttıkça hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da öfkemi yüksek sesle ve sert ifadelerle dışarı vuruyordum. Bu da özellikle annemle ilişkimin zedelenmesine sebep oluyordu.

Çocukluk Hayallerim

Bu arada, derslerim yüzünden kaybetmiş olduğum güvenim hayatımın diğer alanlarını da etkiliyordu. Aldığım her kırık not içimdeki sanatçıyı ve sporcuyu da öldürüyordu. Kendimi o kadar yeteneksiz, beceriksiz ve ezik hissediyordum ki çok istememe rağmen ne okulda basket takımına ne de tiyatro kulübüne girebilmek için bir adım attım. Çünkü sevdiğim ve yeteneğimin olduğunu hissettiğim alanlarda da başarısız olursam bunu artık bünyemin kaldıramayacağına inanıyordum. Oysa ki çocukluğumdan beri ne hayallerim vardı benim!

Evet, size henüz bahsetmediğim hayallerim...

Sizi bilmiyorum ama ben bu dünyaya aslında hayal kurmaya, dans etmeye, mutlu olmaya, sevmeye ve sevilmeye gelmiştim.

En büyük hayalim bir gün dedem gibi Kırkpınar'da başpehlivan olmak, olimpiyatlara katılmak, ansiklopedilere geçmek ve başarılarımdan dolayı çok sevilmekti. Çünkü ben doğduğum ilk günden beri onun hikayeleriyle büyümüş ve herkesin onu ne kadar sevdiğine şahit olmuştum. O kesinlikle benim kahramanımdı. Teknik sebeplerden ötürü bu hayalimi gerçekleştiremeyeceğimi öğrendiğim gün hayal kırıklığını deneyimlediğim ilk gündü. Ama vazgeçmedim! Cinsiyetimden ötürü pehlivan olamayacaktım belki ama bir gün mutlaka dedem gibi başarılı olup, "İşte, İrfan Atan'ın torunu" dedirtecektim. Kelimelerin gücünün henüz farkında olmadığım bir yaşta kendi kendime verdiğim bu söz ileride benim hem kurtarıcım hem de sırtımdaki yüküm olacaktı.

Yaşadığım bu ilk hayal kırıklığından sonra nasıl ki başarılı olma isteğimden vazgeçmedim, hayal kurmaktan da vazgeçemezdim. Yaşım ilerledikçe hayatım sıkıcı hale geliyorsa da hayallerim bir o kadar renkleniyordu. Kimi zaman en iyi kadın oyuncu Oskar'ını alıyor, kimi zaman Broadway'de sahneye çıkıyor, kimi zaman NBA kadın basketbol liginde top koşturuyor, kimi zaman da yazdığım kitaplarla Nobel ödüle layık görülüyordum. İşin enteresan tarafı derslerimde başarılı olacağıma inanmak benim için ne kadar hayalperestlikse, bu bahsini ettiğim hayallerim benim için bir o kadar gerçekçi ve ulaşılabilirdi. Onları hayalimde canlandırırken her seferinde başarı duygusunu iliklerime kadar hissediyordum. Çünkü aslında henüz o yaşlardayken bile hangi işi yaparsam yapayım, onu tutkuyla ve aşkla yaparsam başarılı olacağımı biliyordum. Biliyordum bilmesine de bu ders notlarıyla sevdiğim işe nasıl ulaşacaktım onu bilemiyordum.

Üniversite

Zümrüd-ü Anka

Sonra bir mucize oldu ve üniversitede gerçekten Arap Atı gibi açıldım. Bu arada, tabii ki üniversiteyi kazanamadım. İmdadıma o dönem "korsan üniversiteler" diye adlandırılan özel üniversiteler yetişti. Babam "paramızla bizi rezil etmeyeceksen seni özel üniversiteye yazdıracağım ama işletme okuyacaksın" dedi. Ben de, gönlüm işletme okumaktan yana olmasa da, bir sene daha üniversite sınavına hazırlanmak istemediğim için başarılı olacağıma babama söz verdim. Söz konusu ben olduğumda iflah olmaz bir iyimser olan babam, daha önce de milyonlarca kez aynı sözü verip tutamamama rağmen, bir kez daha bana güvendi ve Doğuş Üniversitesi'ne kaydımı yaptırdı. İşin enteresan tarafı bu sefer ben de kendime güveniyor ve her şeyin farklı olacağını hücrelerime kadar hissediyordum.

Doğuş Üniversitesi o zamanlar Oxford Brookes Üniversitesi ile iş birliği yapıyordu ve ezberden çok araştırmaya dayalı bir eğitim sistemi vardı. Bu bana ilaç gibi gelmişti. Ama asıl Arap Atı gibi açılmama yardımcı olan üniversitenin eğitim sisteminden çok, yakın arkadaşım Bahar'ın beni zorla (istemem yan cebime) tiyatro kulübüne götürmesiydi. Bahar bütün sene boyunca farkında olmadan bana hem mentörlük hem koçluk yaptı. Ben de senenin sonunda korkularımın üstüne giderek sahneye çıktım ve o gün o sahnede Zümrüd-ü Anka gibi küllerimden yeniden doğdum.

Artık hiç bir şey eskisi gibi değildi. Korkularımın üstüne gitmiş olmam her şeyi değiştirmişti. Kendine daha fazla güvenen, içindeki potansiyeli dışarı çıkartmaya hazır bir Pınar vardı. Ve artık beni kimse tutamazdı! Nitekim tutamadı da, en azından bir 17 sene... Türkiye'de başlayan eğitim hayatım ikinci sınıf itibariyle Amerika'da devam etti. Sayısal derslerde zorlanıyor olsam da gayet başarılı bir öğrenciydim. Ailem benimle gurur duyuyordu. Ve tabi ki bu beni çok mutlu ediyordu. Adeta kendi kendime sessiz bir yemin etmiştim, bundan sonra hep onları gururlandıracak şeyler yaparak sevgilerini geri kazanacaktım. Ne kadar acı değil mi? Yıllardır derslerim yüzünden toplum içinde onların boynunu büktüğüm için bana karşı sevgilerinin azaldığını düşünüyordum.

Bendeki bu hızlı(!) ve beklenmedik değişim sadece beni değil, beni eskiden beri tanıyan kişileri de şaşırtıyordu. Tembel teneke Pınar, derslerinde harikalar yaratmaya başlamıştı. Hem de Amerika'da! Ama bu sefer de içlerinden bazıları benim kulağıma gelecek şekilde "Amerika'da okumak artık çok kolay. Şimdi herkes baba parasıyla diploma alıyor" gibi cümleler sarf etmeye başlamıştı. Bu cümlelere kırılmanın ötesinde inanılmaz öfkeleniyordum. Öfkem de daha başarılı olmam için beni sürekli kamçılıyordu. Zaten uzun yıllardır beni motive eden üç şey vardı. Birincisi dedem gibi başarılı olmak, ikincisi ailemin sevgisini kazanmak. Üçüncüsü de başarılı olamayacağımı düşünenlere kendimi kanıtlamaktı.

Yüksek Lisans

Ailem işletme diplomamla mutsuz olduğumu görünce bu sefer kendi istediğim bölüm olan akıl sağlığı danışmanlığı konusunda uzmanlaşmam için beni yeniden Amerika'ya gönderdi. Ve ben akademik hayatımın en güzel iki buçuk senesini geçirdim. Her şey tam bir peri masalı gibiydi ve ben de bu masalın yazarıydım.

Baba parasıyla da olsa artık hayatımın dizginlerini elime almıştım. Daha önceki Amerika tecrübemden sonra "keşke şunu da yapsaydım" cümlesini çok fazla kurduğum için bu sefer gitmeden önce yapmayı arzuladığım şeylerin bir listesini oluşturdum. Listemin başında -mezun olduktan sonra hedefim gençlere kariyer danışmanlığı yapmak olduğu için-üniversitenin kariyer danışmanlık merkezinde çalışmak vardı. Okul açılır açılmaz ilk işim danışmanıma gidip hayallerimi ve Amerika'da yapmak istediklerimi anlatmak oldu. Bir ay sonra danışmanım Dr. Burlew beni çağırıp bizim bölümde asistanlık teklif etti. Size o anki hislerimi anlatabilmeyi çok isterdim fakat hiç bir dildeki hiç bir kelime benim o an hissettiklerimi size ifade etmeme yetecek anlama sahip değildir. Bu yetmezmiş gibi iki dönem sonra üniversitenin kariyer danışmanlık merkezinden asistanlık teklifi aldım. Merkezde hem kariyer danışmanlığı yapacak, kariyer günleri düzenleyecek hem de lisans öğrencilerine "Kariyer Yönetimi" dersinde okutmanlık yapacaktım. Bana mı öyle geliyordu yoksa listemdeki maddeler teker teker can mı buluyordu?

Derslerin yanı sıra sosyal hayatım da gayet renkliydi. Evet, yine sınıf arkadaşlarımdan daha fazla ders çalışıyordum odaklanma sorunu yaşadığım için. Onlar beş geziyorsa ben üç geziyordum. Daha önce yaptığım gibi eğlenmekten kendimi mahrum bırakmıyordum. Bir gün yine "hayat bana güzelken" psikopatoloji dersinde acayip bir şey oldu. Dersi başından sonuna kadar pür dikkat dinlemiş olmam yeterince garip değilmiş gibi bir de ne fark edeyim; hoca anlatıyor ben ağlıyordum.

Hayır, anlattığı travmatik bir vaka örneği de değildi. Gayet sakin bir şekilde çocuklarda ve ergenlerde Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ve Aritmetik Beceri Bozukluğunu anlatıyordu. Ama ağzından çıkan her cümle benim yıllardır cevabını aradığım sorularıma bir cevaptı ve akan gözyaşlarım aslında sevinç gözyaşlarıydı. Demek gerçekten aptal, sorumsuz ve tembel değildim. Benim sadece kimsenin farkında olmadığı bir sorunum vardı. O derste yine tarifi zor duygular içersindeydim; belki mutluluk ve heyecan hissettiklerime en yakın iki duyguydu. Mutlu ve heyecanlı olmamın iki sebebi vardı. Birincisi, artık sorunumun ne olduğunu biliyordum. İkincisi de "eğer ben bu kadar yoğun odaklanma sorunu yaşarken yüksek lisans yapabiliyorsam, benimle benzer sorunları yaşayan öğrenciler de bunu başarabilir. Ben de onlara bu süreçlerinde yol arkadaşı olabilirim" düşüncesiydi. Artık önümde yeni bir kariyer planı vardı ve ben onu hayata geçirmek için sabırsızlanıyordum. Tabii önce gidip tanı almam gerekiyordu.

Hayatımın en güzel okul yıllarını geçirdiğim yüksek lisans maceram iki buçuk sene sonra şeref listesine girerek mezun olmamla tamamlandı. Bu benim gibi geçmişte akademik başarısı çok kötü olan biri için müthiş bir başarıydı ama benim için yeterli miydi? Tabii ki hayır! Türkiye'de "baba parasıyla Amerika'da herkes diploma alıyor" diyenleri susturmak için, benim bu başarımın üstüne bir şey daha yapmam gerekiyordu. Aslında "gereken" hiç bir şey yoktu, her şey olduğu gibi gayet güzeldi. Ama geçmişteki yaralarım kapanmadığı için ben hala kendimi yetersiz hissediyordum. Yale Üniversitesi yaşadığım şehre çok yakındı. Ve ben de orada çalışmayı kafama koymuştum. Henüz farkında değildim ama azmim yavaş yavaş hırsa dönüşmeye başlamıştı. Yüksek lisansımı yaparken sadece akademik olarak değil sosyal ilişkiler anlamında da kendimi geliştirmiştim. Girdiğim ortamlarda kendimi göstermekten, "ben de burdayım demekten" daha az çekinir olmuştum. Bu yüzden iyi bir çevre edinmiştim. Not ortalamam ve sosyal çevrem sayesinde Yale Üniversitesi'nin psikoloji bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Bir yandan ailem benimle gurur duyuyor, diğer yandan da artık dön diyorlardı. Bense Amerika'da kalıp doktora yapmak istiyordum. Kararı iç sesime bıraktım ve iç sesim "burada yapacaklarını yaptın, eve dönme ve orada kendini gerçekleştirme zamanı" diyince ailemle anlamsız bir mücadeleye girmeden Türkiye'ye geri döndüm.

Evde çok güzel karşılandım. Halam dönüşümü ve diplomamı kutlamak için evinde bir yemek daveti verdi ve bana çok güzel altın bir kolye hediye etti. Halam hayatımın önemli simgelerinden biri olduğu için bu gecenin anlamı büyüktü. Sonunda bir baltaya sap olmuş ve kendimi aileme ve etrafıma kanıtlamıştım. Artık özgürdüm.

Bir Baltaya Sap oldum da Ne oldu?

İnsan bazen farkında olmadan büyük cümleler kurabiliyor. Aynen biraz önce yazmış olduğum "artık özgürdüm" cümlesi gibi. Evet, o gece üzerimden çok büyük bir yük kalkmıştı. Ama gerçekten özgürleşmiş miydim acaba?

Yıllarca "başarıya aç" bir insan olarak, ilk önce kendimi kendime, sonra kendimi aileme, geçmişte benimle dalga geçen arkadaşlarıma, patronlarıma, psikiyatristlere ve meslektaşlarıma kanıtlamak için kendimi çok hırpaladım. Bu arada çok güzel işlere imza attım, yaptığım işle insanların yüzünde tebessüm oldum ama bunu yaparken farkında olmadan kendi yüzümdeki tebessümü soldurdum.

Başarı işte böyle bir meret. Tadına bir vardınız mı o tat hep damağınızda kalsın istiyorsunuz. Azminiz zaman içinde hırsa dönüşüyor. Bir bakmışsınız; mükemmeliyetçi, aşırı disiplinli, takıntılı, dilinde sürekli iş olan sıkıcı bir insan oluyorsunuz. En azından ben öyle olmuştum. Bedenim çoktan isyan bayrağını çekmişti ama benim durmaya niyetim yoktu. Baktı olacak gibi değil, sen durmazsan beni seni durdurmasını bilirim, dedi. Ve 35 yaş gibi genç bir yaşta benim pilim bitti. Kendimi tünelin sonunda ışık göremediğim bir yerde buldum. Ve sonra yeniden bir mucize oldu ve doğal terapi yöntemleri ile ben ikinci kez küllerimden doğdum.

Tükenmişlik sendromu benim bu hayatta aldığım en güzel hediyelerden biridir. Çünkü bu deneyim sayesinde şapkamı önüme koyup seneler sonra bir kez daha "Ben kim olmayı seçiyorum? Gerçekten ne yapmak istiyorum? Ne yapmak beni mutlu edecek?" gibi soruları kendime sorma fırsatını buldum.

Son Söz

İnternette yazı karakterinin maksimum 140 olanının makbul olduğu bu dönemde A4 kağıdında sekizinci sayfaya geldiğiniz bu yazıyı sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim. Tüm bunları niye anlattığıma gelince, size hatırlatmak istedim. Neleri mi? Birincisi insanoğlunun önündeki en büyük engelin yaşadığı sorunların ya da aldığı tanıların değil, kendisinin olduğunu, ikincisi içinizdeki sınırsız gücü, üçüncüsü "hatanız" ne olursa olsun sevilmeye değer olduğunuzu ve dördüncüsü de istediğiniz hayatı yaşamayı hak ettiğinizi.

Bir de benim her karanlık günümün bir deniz feneri vardı. Bu kimi zaman bir kitap, kimi zaman bir film, kimi zaman dinlediğim bir hayat hikâyesiydi. Sanırım ben de sizin olası bir karanlık gününüzde sizin için orada olup yolunuzu aydınlatmak istedim.

Sevgiyle...






































Fidan Her danışan için bir fidan dikilmektedir.